Mimas...
Bugün         Karaburun Yarımadası olarak adlandırdığımız         yöre, antik çağdan başlayarak birçok efsane, mitolojik         hikaye ve söylencede yer alır. “MİMAS” eski Yunan ve Roma         tarihinde Karaburun Yarımadası ile Yarımadada bulunan Bozdağ için kullanılan isimdi. Karaburun Yarımadası         “Mimas” adını eski Yunan mitolojisinden almaktadır.                  
Yeryüzü Tanrıcası GAİA, Titanlar ve birçok başka çocukları         dışında, sayıları yüz civarında olduğu         söylenen GİGANT’lar , yani DEVLER’i de dünyaya getirmişti.         Gigant’lar Gaia ile annesini sayısız gebeliklerinden         kurtarmak isteyen oğlu Chronos tarafından hadım yapılan Üranüs’ün         yarasından toprağa akan kandan doğmuşlardı. En         tanınmış Gigant’lar Porphyrion, Alcyoneus, Enceladus, Ephialtes,         Eurytus, Clytius, Polybotes, Pallas, Hippolytus, Gration, Agrius, Thoas         ve Mimas’ tır. 
                  
Gigant’lar doğa üstü,         korkunç görünümlü yaratıklardı. İnsan görümünde         olmalarına rağmen, vücudları pulluydu ve kertenkele         kuyruğuna benzeyen bir kuyrukları vardı. Saçları dağınık         ve sakalları uzundu. Kocaman kıllı ellerinde parlayan mızrakları         tutuyorlardı. Gigant’lar olağan üstü kuvvetliydiler.         Kocaman kaya parçalarını dağlardan koparıp uzun         mesafelere atabiliyorlardı.                   Anne ve Babalarının tanrı olmalarına karşın, kendileri bir tanrı ve bir ölümlü tarafından aynı zamanda vurulduklarında öldürebiliyorlardı. Bazı Gigant’lar ise ancak kendi doğdukları topraklardan başka bir yerde öldürebiliyordu.
Olimpos Tanrıları, Gigant’ları ziyaret etmekten ve onların düzenledikleri ve kurban sundukları ziyafetlerden çok hoşlanıyorlardı. O zamanlarda yine Toprak Ana Gaia’nın çocukları olan Titanlar, Zeus ve diğer Olimpos Tanrılarıyla yapmış oldukları ve 10 yıl süren bir savaşı kaybetmişlerdi. Zeus bütün Titanları bir daha asla yeryüzünde görmemek için dünyanın çok derinlerinde bulunan Tartarus zindanlarına atmıştı. Aynı zamanda Zeus’un Babaannesi olan Gaia, torununun çocuklarına yaptıklarına kızarak, Gigant’ları Zeus’e karşı kışkırtmaya başladı.
Gigant’lar Zeus ve Olimpus Tanrılarına karşı yeni ve amansız bir savaşı başlattılar. Olimpos Tanrıları ile Gigant’lar arasındaki bu savaşa, eski yazılarda GİGANTOMACHY (Gigant Savaşı) adı verilmiştir. Bütün tanrılar bir veya birkaç Gigant’ı öldürdüler. Bir gün çok tehlikeli bir Gigant olan Mimas, Zeus ve Athena’ya karşı savaşırken onları çok zor bir duruma sokmuştu. Bunu fark eden ateş ve demirci Tanrısı Hephaestus hemen çelik, demir ve bakırı eriterek kızgın bir alışımı Mimas’ın üzerine fırlatıp onları kurtarmıştı. Mimas ise yanarak yere yuvarlandı. Bir daha asla canlanmasın diye Hephaestus onu Sakız Adasının karşısında ve Erythrai’in yakınlarında bulunan Mimas Dağı’ nın altında gömerek sonsuza kadar orada kalmasını sağlamıştır.
İris, kanatlı gökkuşağı ve aynı         zamanda Olimpus Tanrılarının habercisi olan bir Tanrıçaydı.         Baştanrı Zeus’un karısı olan Hera kocasının         çapkınlıklarına kızıp, onun başka tanrıçalar         veya güzel ölümlü kızlarla yapmış olduğu kaçamaklarını,         göklerin en doruk noktalarından kontrol etmeye çalışıyordu.         Fakat her yere yetişemediği için bazen Tanrıça İris’in         yardımına başvurmak zorunda kalıyordu.                           
Günün birinde Baştanrıça Hera, kocası         Zeus’un, evlenmeden sevdiği         Tanrıça Leto’yu hamile bıraktığını öğrenir.         Buna çok öfkelenen Hera, Apollo ile Artemis adındaki ikiz çocuklarını         doğurmak üzere olan zavallı Leto’yu bir yerden bir yere         kovdurtur. Leto’nun gittiği yerleri izleyebilmek için Tanrıça         İris’i Mimas Dağının tepesine oturtur çünkü         oradan bütün adaları görmek çok kolaydır. Böylece Leto         Mimas dağın eteğine vardığında, İris         haberi hemen Hera’ya ulaştırır ve Hera Leto’yu da Mimas’        tan kovdurtur. Leto en sonunda Delos adasında uzun süren doğum         sancıları çektikten sonra ikizleri Apollo ile Artemis’i dünyaya         getirir.                            
(Bu         mitoloji hikayede gördüğümüz gibi, Mimas Dağın tepesi         Olimpus Tanrıları için bir nevi gözetleme yeriydi. İlginç         olan tarafı ise eski Mimas ve bugünkü adıyla Bozdağ         tepesinde bugün de, ama bu sefer modern cihazlarla donatılmış         gözetleme ve radar tesislerinin bulunduğudur...)                 
Karaburun Yarımadasının güney batısında, yazın         kuruyan ve yağışlarla yeniden oluşan İris Gölü        diye adlandırılan küçük bir göl vardır. Acaba bu gölün         adının bu mitolojik hikayeden kaynaklanmış olabileceği         varsayılabilir mi?...
Narcissus...
Karaburun denince insanların aklına hemen, yarımadada kışın yetişen,         olağan üstü güzel kokusuyla, sarı-beyaz narin Nergis        çiçeği gelir. Nergis çiçekleri aralık ve ocak aylarında         köylüler tarafından bahçelerden tek tek toplanıp, büyük         şehirlerde satılır ve evlerde güzel kokularıyla         baharın yakın olduğunu hatırlatan bir hava yaratırlar...                                    
Nergis çiçeklerine adını veren genç ve güzel         delikanlı Narkisos’un (lat. Narcissus) mitolojik efsanesi kimi yazarlara göre Mimas Dağı’nın         eteklerinde geçmiştir....Narkisos, Irmaklar Tanrısı         Cephissus ile Peri Liriope’nin oğlu olarak dünyaya gelmişti.         Kâhin Tiresias, Narkisos’ un annesi ve babasına “Narkisos’un         kendini hiçbir zaman görmemesi şartıyla, çok uzun bir hayat         yaşayacağını” söyleyen bir kehanette         bulunmuştu. Narkisos delikanlı olduğunda, güzelliğiyle         bütün perilerin ve genç kızların kalbini fethediyordu.         Fakat Narkisos hiçbirine bakmıyor ve Mimas Dağı’nın         eteklerinde avlanarak, tatlı ve sorumsuz bir hayat sürdürüyordu.                                    
Ne var ki perilerden bir tanesi, Echo, Narkisos’a aşık         olmuştu ve Narkisos’a yaklaşmaya çalışmıştı.         Narkisos ise Echo’yu da diğer periler ve ölümlü kızlar         gibi umursamamıştı. Echo ise bu karşılıksız         aşkın acısıyla yavaş yavaş sönüp, sesi         zor duyulan bir fısıltıya dönüşmüştü. Tanrıça         Nemesis zavallı Echo’nun bu halini görünce Narkisos’u         cezalandırmaya karar vermişti. Ve bir gün Narkisos yine avlanırken         su içmek için bir pınarın üstüne eğilerek, kendini gördüğünde,         sudaki ve başkasına ait olduğu sandığı         resme delice aşık oldu.                            
Narkisos bir türlü erişemediği o güzeller güzeli delikanlıya         erişebilmek için her gün o pınara gider oldu. Haftalar,         aylar geçti ve Narkisos’un o meçhul ve bir türlü bulamadığı         oğlana olan aşkı gittikçe büyüdü. Sonunda Narkisos         onu bir alev gibi yok eden bu aşkı yüzünden yemekten içmek         kesilirek,  pınarın         başında sessizce öldü. Ve o gün, o pınarın kenarında         çıkmaya başlayarak, Narkisos’u hatırlatan mis kokulu         nergis çiçekleri bütün Yarımadayı kapladı...
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder